Bir zamanlar sabah kaçta kalkacağımızı biz karar verirdik. Şimdi akıllı saatimiz uyku döngümüzü analiz ediyor ve bizim adımıza zili çalıyor. Ne yiyeceğimize buzdolabı karar veriyor, hangi yoldan gideceğimizi harita uygulaması söylüyor. Kısacası kararlar artık bize ait değil. Biz sadece “kabul et” tuşuna basıyoruz.

Teknoloji hayatı kolaylaştırmak için var diyorlar. Elbette doğru. Ama bu kolaylığın içinde bir rehavet, bir unutkanlık, hatta bir düşünme tembelliği saklı değil mi? Neyi ne zaman yapacağımızı bize söyleyen cihazlar sayesinde artık kendimizi zorlamıyoruz. Hatırlamıyoruz. Merak etmiyoruz. Hatta bazen düşünmüyoruz bile. Çünkü nasıl olsa bir uygulama bizim yerimize düşünecek.

Cep telefonuna yüklü takvim, adım sayar, su içme hatırlatıcısı, meditasyon uygulaması derken kendimizle bağımızı dışarıdan gelen uyarılarla kurar hale geldik. Düşünün, sadece dış dünyayla değil, bedenimizle olan ilişkimizi bile bir ekran üzerinden yaşıyoruz. Kalp atışımızın hızını bile bizden önce cihazımız fark ediyor.

Bu teknoloji temelli yaşam şekli, zamanla insani reflekslerimizi köreltiyor. Adresi ezberlemiyoruz, çünkü harita var. Telefonsuz dışarı çıkamıyoruz, çünkü her şeyi ona bağladık. Birini aramak yerine mesaj atıyoruz, çünkü konuşmak yorucu geliyor. Ama asıl yoran, bu sessiz dönüşümün bizi fark ettirmeden sıradanlaştırması. Akıllı cihazlara sahip oldukça, bazı yeteneklerimizi gönüllü şekilde teslim ediyoruz.

Belki de asıl sorun, teknolojinin akıllanması değil; bizim tembelleşmemiz. Teknolojiye sahip olmak bir zenginlik ama ona bağımlı hale gelmek bir zaaf. Kolaylık ile tembellik arasında çok ince bir çizgi var. Ve biz o çizgiyi çoktan geçtik gibi.
Artık kendimize şu soruyu sormalıyız: Biz mi aletleri kullanıyoruz, yoksa onlar mı bizi şekillendiriyor? Cevap karmaşık ama gerçek şu: Ne kadar akıllı aletimiz olursa olsun, onları anlamlı kılan bizim aklımız. O akıl da hareketsiz kaldığında, en zeki cihaz bile bizi hayata bağlamaya yetmez.