Bir zamanlar evin en hareketli köşesindeydi o telefon. Başında sabırsızca bekleyen çocuklar, “ben açacağım!” diye yarışan kardeşler, uzun konuşmalar yüzünden kızan anneler… O çalma sesi, bir evin nabzı gibiydi. Her arama bir haber, bir hatır sorma, bir “iyi misin?”di. Şimdi ise o telefonlar, bir köşede tozlanmış, fişi çekilmiş, tarihin hatırasına karışmış durumda.
Cep telefonları hayatımıza girdiğinde kimse bu kadar köklü bir değişim olacağını tahmin etmemişti. Önce “taşınabilir telefon” olarak başladık, sonra hayatımızı cebimize sığdırdık. Artık evdeki sabit hat çalmaz oldu, çünkü herkesin kendi telefonu vardı. Ev telefonları bir dönemin sıcaklığını, insanı bir arada tutan ritmini temsil ediyordu. Şimdi her arama kişisel, her konuşma kısa ve hızlı. Kimse “nasılsın?” diye uzun uzun anlatmıyor; bir emoji, bir sesli mesaj yetiyor.
Oysa ev telefonlarının kendine özgü bir büyüsü vardı. Aradığınızda kimin açacağını bilmezdiniz. Bazen anneniz çıkar, bazen küçük kardeşiniz… Aramanın kendisi bile bir sosyal olaydı. Bayram sabahları yapılan o uzun görüşmeler, “hat meşgul” uyarısıyla gelen sabır sınavları, “uzun konuşma fatura kabarır” diye yapılan uyarılar… Hepsi birer küçük ritüeldi. O günlerin sesinde hem samimiyet hem de sabır vardı.
Bugün teknoloji her şeyi kolaylaştırdı ama bazı şeyleri de sessizce götürdü. Ev telefonunun başında bekleyen o heyecan, artık yok. Onun yerini bildirim sesleri, titreşimler, mavi tikler aldı. Bir dönemin “alo”su, yerini “görüşürüz”e bıraktı.
Belki de mesele sadece bir cihazın kaybolması değil. Ev telefonuyla birlikte o paylaşılan anlar da yok oldu. Artık herkesin kendi hattı, kendi dünyası, kendi sessizliği var. Eskiden bir telefon çaldığında bütün ev duyardı; şimdi herkesin telefonu çalıyor ama kimse kimseyi duymuyor.
Zaman değişti, teknoloji gelişti. Ama belki de o eski ahize sesi, bize bir şeyi hatırlatmalı: İletişim sadece konuşmak değil, bağ kurmaktı. Ve o bağı, hiçbir dokunmatik ekran tam olarak kuramıyor.