Bir zamanlar "normal" dediğimiz şey, adeta kaya gibi sabitti, herkes için ortak bir referans noktasıydı. Sabahın erken saatlerinde kalkılır, işe gidilir, akşam yedi haberleri izlenirdi. Bayramlarda aileler bir araya gelir, yazın tatil için denize koşulur, kışın battaniye altına girilip sıcak bir çay keyfi yapılırdı. Hayat, belirgin bir ritimle, öngörülebilir bir mantıkla akıp giderdi. Herkes aşağı yukarı aynı sosyal normlar ve beklentiler içinde yaşar, farklılıklar bile kabul edilebilir, makul sınırlar içinde kalırdı. Ancak artık o "normal" tarifi imkânsız, ele avuca sığmaz bir kavrama dönüştü. Çünkü dünya dönüştü, hızlandı. Toplumsal yapılar kırıldı, eski alışkanlıklar yıkıldı ve her şey yeniden, farklı bir biçimde inşa edildi. Şimdi elimizde kalan şey, adı hâlâ "normal" olan, ama içi bambaşka bir anlama bürünen bir kavram.
Artık sabahın kaçta başladığı, gece uykusunun ne zaman bittiği arasındaki sınırlar tamamen belirsizleşti. İnsanlar evden çalışıyor; ancak aynı zamanda evde yaşıyor, evde yoruluyor ve bu sınırların iç içe geçmesiyle dinlenmekte zorlanıyor. İş ve özel yaşam arasındaki sınırlar silindi. Haftanın hangi günü olduğu bile bazen anlamsızlaştı; Pazartesi ile Cuma arasındaki keskin ayrım yerini sürekli bir "çevrimiçi" olma haline bıraktı. Kalabalık dijital platformlar içinde derin bir yalnızlık hissetmek, topluluk önünde kendini ifade etmeye çalışıp aslında hiç anlaşılmamak... Bunların hepsi, "yeni normal"in acı gerçekleri.
Çocuklar elinde tabletle büyüyor, parmak hareketleriyle dünyayı keşfediyor. Gençler flört etmeyi ve duygularını ifade etmeyi yüz yüze sohbetlerle değil, emojilerle, kısa mesajlarla öğreniyor. Yetişkinler ise gerçek hayattaki etkileşimlerden çok, ekranlarda yarattıkları dijital kimliklerle var oluyor. Eskiden garip, hatta tuhaf karşılanan birçok şey artık sıradanlaştı: Sokakta kendi kendine kulaklıkla konuşan birine şaşırmıyoruz. Her anını, yediği yemeği, gezdiği yeri anında sosyal medyada kaydeden bir başkası artık normal. Akşam yemeği masasında herkesin sessizce telefonuna gömülmesi, sohbetin yerini bildirim seslerinin alması bile kanıksanmış bir durum.
Ve bu baş döndürücü değişimin tam ortasında, şu can alıcı soruyla baş başayız: "Normal" hâlâ ortak bir payda mı? Yoksa her bir bireyin kendi algoritmasına göre kişiselleştirilmiş, filtreli bir gerçeklik mi artık? Toplumun genel beklentileriyle bireyin derin kişisel ihtiyaçları arasındaki çizgi iyice bulanıklaştı, neredeyse görünmez hale geldi.
Belki de bu kaotik ve belirsiz çağda atılabilecek en devrimci hareket, dış dünyada bir normal aramak yerine, kendi içimizde sahici bir normal yaratmaktır. Sosyal medya ne kadar gösterişli hayatlar sergilerse sergilesin, ekranlar ne kadar parlak ve çekici görünürse görünsün, kendi özgün denge sistemimizi, kendi kişisel ritmimizi bulabilmek… Çünkü dış dünya eskisi gibi değil ve büyük ihtimalle bir daha da asla eskisi gibi olmayacak.
Ama insanın içinde, binlerce yıldır değişmeyen temel bir arayış var: Anlam arayışı. Ve belki de bu yeni, dijitalleşen ve sürekli değişen dünyada "normal", her bir bireyin kendi için anlamı bulduğu yer ve biçim olacak. Bu yeni tanımı hep birlikte mi yazacağız, yoksa her birimiz kendi "normallerimizi" mi yaratacağız?