Sabah gözümüzü açar açmaz telefona bakıyoruz. Gündemi kaçırmamak, mesajları yanıtlamak, bir şeyleri hemen bilmek… Kahvaltı bile hızlı: ya yürürken ya ekrana bakarken atıştırılıyor. Sokaklar aceleyle dolu, caddelerde bir telaş, kafelerde bile sohbetler zamana karşı yarışıyor. Herkes bir şeylere yetişmeye çalışıyor ama kimse nereye gittiğini tam olarak bilmiyor. Peki, bu koşuşturmanın ortasında, yavaş yaşamak mümkün mü?

Yavaşlık, artık neredeyse bir ayrıcalık gibi. Hatta kimi zaman bir “ayıp” gibi görülüyor. Durmak tembellik, beklemek zaman kaybı, sakinlik ise geri kalmışlık sayılıyor. Oysa yavaşlık sadece eylemin hızıyla değil, onun içindeki bilinçle ilgilidir. Bir yemeği tadını alarak yemek, bir yürüyüşte yolu izlemek, biriyle konuşurken sadece dinlemek… Bunların hepsi yavaşlamaktır. Ve belki de hayata en çok o zaman temas ederiz.
Bir çocuğun anlattığı bir hikâyeyi kesmeden dinlemek, kahveyi telaşsızca yudumlamak, gün batımını oturup izlemek… Bunlar gündelik hayatta hep “sonra yaparız” dediğimiz, ama aslında özünü kaçırdığımız anlar. Oysa yavaşlamak, bu “sonraya bırakılanlar”a bugünden yer açmaktır.

Yavaş yaşamak; üretmemek, çalışmamak ya da vazgeçmek değildir. Bilakis, seçerek yaşamak, sindirerek ilerlemek, fark ederek hareket etmektir. Fakat bu, günümüz dünyasında büyük cesaret ister. Çünkü çevre sürekli hız pompalıyor. “Daha çok yap, daha hızlı ol, daha fazla göster!” Zihin bu hızda yoruluyor, kalp yetişemiyor, ruh geride kalıyor.

Sosyal medya bile hızın dayatıldığı bir arena. 15 saniyelik videolar, 24 saatlik hikâyeler, anlık tepkiler… Hızlı içerikler, hızlı tepkiler ve hızlı tükenişler… Bu döngüye kapılan bir genç, bir içerik üreticisi, bir çalışan ya da bir öğrenci kendini sürekli “yetişmek zorunda” hissediyor. Oysa belki de en ihtiyaç duyduğumuz şey, hiçbir yere yetişmemek.

Yavaş yaşamın mümkün olup olmadığı sorusu, aslında neyi göze alabileceğimizle ilgilidir. Daha az paylaşmayı, daha az görünür olmayı, daha az ‘anlık’ tüketmeyi kabul edebiliyor muyuz? Gerçek anlara, gerçek hislere yer açabiliyor muyuz? Yoksa “hızlı olan değerlidir” ezberine mahkûm muyuz?

İtalya’daki “Cittaslow” (Yavaş Şehir) hareketi bu soruya evrensel bir yanıt niteliğinde. Trafiği az, gürültüsü düşük, üretimi yerel olan kasabalar... İnsanların gün boyunca birbirine vakit ayırdığı, yemeklerin hızlıca değil özenle hazırlandığı, dostlukların algoritmalardan değil samimiyetten beslendiği yerler… Bu şehirler, yavaşlığın sadece mümkün değil, yaşanabilir olduğunu da gösteriyor.

Belki herkesin hayatında küçük bir yavaşlık alanı olmalı: Bildirimleri kapatılmış bir saat, yürüyerek gidilen bir mesafe, sessizce içilen bir kahve, amaçsız bir pazar sabahı… Çünkü hız çoğu zaman geçip gider, ama yavaşlık iz bırakır.
Cevap evet: Yavaş yaşamak mümkün. Ama önce durmaya cesaret etmek gerek. Sonra bakmaya, dinlemeye ve hissetmeye… Çünkü hayat, en çok yavaşladığımızda anlaşılır.