Bir zamanlar gençlik; enerji, umut ve cesaretle anılırdı. Şimdi ise “tükenmişlik” kelimesiyle yan yana geliyor. Henüz hayatın başında, 20 yaşında bir nesil, sanki 50’sinde yorulmuş gibi hissediyor. Çoğu sabah uyanmak bile zor geliyor. Çünkü zihinsel yorgunluk, fiziksel yorgunluktan daha ağır bir yük artık.

Bu gençlik ne tembel, ne de ilgisiz. Aksine, fazla farkında. Sürekli bir rekabetin, bitmeyen sınavların, performans baskısının içinde büyüdüler. Daha lisede “geleceğini belirle” denilen bir sistemde nefes almadan koştular. Üniversiteye geldiler, işsizlikle tanıştılar. Sosyal medyada “başarılı” görünen yaşıtlarını izledikçe, kendi hayatlarından utanır hale geldiler. Her şey hızla değişirken, onların iç dünyası yavaş yavaş dondu.

Tükenmişlik duygusunun bir nedeni de belirsizlik. Ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, geleceğin garanti olmadığını biliyorlar. Eğitim, emek, liyakat; artık başarı için tek başına yeterli değil. Üstüne bir de ekonomik sıkıntılar, umutsuzluk, sosyal baskı eklenince, gençler kendilerini sürekli “yetersiz” hissediyor. Oysa sorun bireyde değil, sistemin kendisinde.

Sosyal medyanın yarattığı sahte mutluluk da cabası. Herkesin mutlu, üretken, güçlü göründüğü bir dünyada, iç sıkıntısı yaşamak “ayıp” sayılıyor. Gençler hislerini bastırıyor, mutsuzluğunu filtrelerle süslüyor. Oysa bu sessiz yorgunluk, bir kuşağın ruhunu kemiriyor.

Peki, çözüm ne? Öncelikle gençleri “nankör” ya da “şımarık” ilan etmekten vazgeçmek. Onları dinlemek, anladığımızı hissettirmek. Gerçek destek, yalnızca maddi değil; manevi de olmalı. Gençlerin bir mola hakkı var, nefes alma hakkı var. Çünkü 20 yaşında tükenen bir genç, aslında sadece kendi geleceğini değil, toplumun umudunu da kaybediyor.
Belki de artık başarıyı yeniden tanımlamanın zamanı geldi: Her şeye rağmen hala ayakta kalabilmek, hala hayal kurabilmek… İşte asıl güç bu.