Bir zamanlar kapılar çalınırdı. Bir tas çorba, bir battaniye, bir omuz… İnsanlar ihtiyaçlarını dile getirirken utanır, karşısındaki de mahcubiyetle elinden geleni yapardı. Yardım, sessiz bir erdemdi. Şimdi ise bu mahremiyet duygusu yerini paylaşımlara, yorumlara, etiketlere bıraktı.
Çünkü artık yardım istiyorsanız görünür olmanız gerekiyor.
Sosyal medya, sessiz çığlıkların en gür yankılandığı yer oldu. Biri bebeğine mama arıyor, biri kalacak yer. Bir diğeri evinden atılmış, bir başkası sokakta bulduğu yaralı köpeğe yardım arıyor. Hepsi bir şey söylüyor aslında: “Gör beni.”
Bu, sadece maddi değil; manevi bir çöküşün de hikâyesi. İnsanlar artık sadece karnını doyurmak ya da tedavi olmak için değil, bir ses duymak, yalnız olmadığını hissetmek için de sosyal medyaya yazıyor.
Bazen bir fotoğraf, bir video, birkaç cümle binlerce kişiye ulaşıyor ve o anda tanımadığı insanların desteğiyle bir sorun çözülüyor. İşte o zaman, insanın insana inancı bir nebze geri geliyor. Çünkü bu yardım çağrıları sadece yardım almak için değil, vicdanları uyandırmak için de yapılıyor.
Belki de insanlık, sosyal medyada bir tür kalp atışı arıyor.
Fakat bu görünürlük dünyasında, yardımlar da bazen yarışa dönüyor. Kim daha çok beğeni aldıysa, kim daha fazla kişiye ulaştıysa, onun hikâyesi duyuluyor. Diğerleri arada kayboluyor. Ve bu da bir başka travma yaratıyor: Sesini duyuramayanın, çaresizliğini kimse duymuyor.
Düşünsenize, yardım almak için dikkat çekmek zorunda olmak… Bu, yeni bir yorgunluk biçimi.
Ama hâlâ umut var. Çünkü her paylaşımın altında gördüğümüz “yazdım dm'den”, “adresini ver kargoyla yollayacağım”, “ben destek olurum” gibi yorumlar gösteriyor ki hâlâ birbirimizin derdiyle dertlenen insanlar var.
Hâlâ içimizde bir yerlerde, bize öğretilen "komşun açken tok yatma" duygusu yaşıyor.
Sosyal medyada yardım istemek, belki mahremiyeti zedeliyor, belki insanı zor durumda bırakıyor ama aynı zamanda şunu da gösteriyor: Biz hâlâ birer vicdan toplumu olabiliriz. Yeter ki gerçekten birbirimizi duymaya, görmeye, hissetmeye devam edelim.