Sevgi yoksunluğu bir duygu eksikliği değil; bir kimlik kırılmasıdır. Bu boşluk, narsizmin doğmasına zemin hazırlar.

Sevilmeden büyüyen bir çocuk, sadece sevgiden mahrum kalmaz; insan olmanın özünden de eksilir biraz. Çünkü sevgi, insana sadece sıcaklık değil, kimlik de kazandırır. Ailesinin gözlerinde parlamayan bir çocuk, kendi varlığını da sönük sanır. Ve o sönüklük, büyüdükçe bir boşluğa, o boşluk da zamanla bir karanlığa dönüşür.

Bu çocuklar, duygularını erken yaşta bastırmayı öğrenir. Çünkü her gösterdikleri kırılganlık, daha fazla reddedilmek anlamına gelmiştir. Böylece içlerindeki sevgi ihtiyacı yerini öfkeye, değersizlik duygusu ise güç arzusuna bırakır.
Bir kısmı bu acıyı sessizlikle taşır; bir kısmı ise kontrolü ele geçirerek, sevilmeyen çocukluktan güçlü bir yetişkine dönüşmeye çalışır. Ama güç, sevgisizliğin telafisi değildir, sadece bir maskesidir.

Böyle büyüyen bir insan, çoğu zaman kendine bile acımaz. Çünkü içindeki çocuk, “ben zaten sevilmeye layık değilim” cümlesine inanmıştır. Sevilmemekle başlayan o hikâye, büyüdüğünde başkalarını sevmemeye dönüşür.
Artık karşısındaki insan bir birey değil, sadece varlığını ispatladığı bir aynadır. Herkesi ve her şeyi kendi ekseninde döndürmeye başlar. Belki bu yüzden, birçok narsistin hikâyesinin başlangıcında sessiz bir çocukluk vardır; bir köşede unutulmuş, anne ya da babasının bakışından yoksun bir çocuk.

Sevgisizlik, bir duygudan çok insana kalan bir mirastır. O yüzden bazen birinin kalbini kıran, aslında kendi kalbinde hâlâ çocukça bir yara taşıyordur. Ama bilmediğimiz şey şudur: Sevilmeden büyüyen çocuk, büyüdüğünde sadece başkalarına değil, en çok kendine zarar verir.

Peki böyle biri gerçek sevgiyle karşılaşırsa ne olur? Kimi zaman kaçar, çünkü bilmediği bir duygudan korkar. Kimi zaman da o sevgiyi yönetmeye çalışır, çünkü kontrol edemediği her şey ona tehdit gibi gelir. Sevilmeden büyüyen bir çocuğun yarası asla tamamen kapanmaz.
Ama biri çıkıp o yaraya gerçekten dokunursa, belki de o çocuk ilk kez inanır:
“Sevilmeye değerdim.”