Cüzdanlar boş, vitrinler dolu. Kredi kartları asgariye takılmış, taksitler taksitlenmiş ama alışveriş merkezleri hâlâ tıklım tıklım. Sokakta üç kişiye sorsan “ekonomi berbat” diyor; dördüncüsü zaten iş arıyor. Ama her yeni iPhone çıktığında sıraya girenler de eksik olmuyor. Bu çelişkiyi nasıl açıklamalı?

Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizliği artık sadece rakamlarda değil, gündelik hayatın içinde de elle tutulur hâle geldi. Asgari ücretle geçinen milyonlar, sabit gelirle ay sonunu zor getiren aileler, iki diplomasıyla işsiz kalan gençler… Ve aynı anda, krediyle alınan son model arabalar, bitmek bilmeyen AVM kalabalığı, her hafta “en yeni” kampanyaya koşan tüketiciler. Sanki iki ayrı ülke bir arada yaşıyor.

Ama gerçekte bu kalabalıklar sadece tüketiyor değil; borçlanıyor. Geliriyle değil, borcuyla yaşayan bir toplumdayız artık. İhtiyaçtan çok “görüntü” satın alınıyor. Sosyal medya vitrininde eksik kalmamak için insanlar borca giriyor. Çünkü artık sadece sahip olmak değil, gösteriyor olmak da bir ihtiyaç gibi pazarlanıyor.

Bu çılgınlıkta özellikle genç kuşaklar büyük bir baskı altında. Marka kıyafet giymeyen genç, okulda dışlanıyor. Yeni telefon almayan, sosyal medyada alay konusu oluyor. “Trend”e ayak uyduramayan, toplumdan dışlanmış gibi hissediyor. O yüzden herkes bir şeylerin peşinde ama kimse aslında neyi neden aldığını sorgulamıyor. Tüketim bir doyum değil, bir yetersizlik duygusunu bastırma biçimi hâline geldi.

Reklamlar her gün şunu fısıldıyor: “Bir şey eksik, onu alırsan tamamlanacaksın.” Ama insan ne kadar alırsa alsın, bu his geçmiyor. Çünkü mesele eşofman değil; görünme arzusu, kabul görme isteği. Toplumun çoğu derin bir ekonomik krizle baş etmeye çalışırken, dışarıdan bakınca herkes gayet mutlu ve konforluymuş gibi davranıyor. Gerçekle oynanan bu illüzyon, psikolojik bir yük de yaratıyor. “Ben niye başaramadım?” sorusu, çoğu zaman “ben neden gerçekleri görüyorum?” sorusunun yerini alıyor.

Peki, çözüm ne? Öncelikle bu hızlı tüketim kültürünün sorgulanması gerekiyor. Sahip olduklarımızla değil, değer verdiklerimizle mutlu olmayı yeniden öğrenmeliyiz. Reklamların ve sosyal medya akışlarının yönlendirdiği hayatları değil, kendi gerçekliğimizi kurmalıyız. Alışveriş bir ihtiyaçtan çıkıp kimlik göstergesine dönüştüğünde, toplumda derin yaralar açılıyor.

Biraz yavaşlamak, biraz düşünmek, biraz durmak… Her yeni ürüne atlamak yerine, “buna gerçekten ihtiyacım var mı?” sorusunu sormak. Belki de sadeleşmek en büyük lüks hâline gelmiştir. Çünkü bugünün asıl ayrıcalığı, sahip olmadan da var olabilmek.