Sabah kahvemizin buharı yükselirken, bir fotoğraf çekip paylaşıyoruz. Yepyeni ayakkabımızın kutusunu açtığımız anı bir videoya kaydediyoruz. Bir dostumuzu ziyaret edişimiz "story" oluyor, canımız sıkkınsa bir tweetle dertleşiyoruz. Sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, gözyaşlarımız, kahkahalarımız… Hayatımızın her anı artık dijital bir belgenin parçası. Peki, bu kadar çok şeyi alenileştirince, geriye bize ait ne kalıyor?
Bir zamanlar "anı" dediğimiz şeyin tarifsiz bir değeri vardı. Bir dost meclisindeki samimi bir gülüş, sevdiğimizle göz göze geldiğimizde atılan bir göz kırpma, derin bir bakış… Bunlar, sadece o an orada bulunanların ortak sırrı, özel anıydı. Bilinir, yaşanır ve kalpte saklanırdı. Şimdiyse her anı kameraya alma, her duyguyu cümlelere dökme telaşındayız. Bu bitmek bilmeyen kayıt ve paylaşım dürtüsü, hayatımızdan gizemi, mahremiyeti ve hatta iç sesimizi bile söküp aldı. Çünkü içimizdeki o en samimi fısıltı dahi, "Bunu paylaştın mı?" sorusuyla susturuluyor. Sanki yaşanan anın gerçekliği, dijital dünyada onaylanmasına bağlıymış gibi bir yanılsama içindeyiz.
Kendimizi ifade etme özgürlüğü olarak başlayan bu dijital pratik, ne yazık ki zamanla bir tür bağımlılığa dönüştü. Onaylanma arzusu, görünür olma ihtiyacı, beğenilme açlığı… Paylaşmak artık sadece bir alışkanlık değil, adeta bir zorunluluk haline geldi. Paylaşmadığımızda, eksik kalmış, hatta o anı hiç yaşamamışız gibi hissediyoruz. Bu durum, bireysel sınırlarımızı belirsizleştirirken, ruhumuzda derin bir boşluk yaratıyor. Sürekli dışarıya dönük yaşama hali, içsel dünyamızla bağımızı zayıflatıyor.
Bu kadar şeffaf yaşarken, kendimize özel ne kalıyor? İçimizde saklı kalan, sadece bize ait olan ne var? Hangi an gerçek anlamda kendiliğinden, spontane bir şekilde yaşandı? Çünkü bazen, sadece yaşamak yeterlidir. Anlatmadan, göstermeden, kimseye kanıtlama ihtiyacı duymadan… Sadece o anın tadını çıkarmak, her zerresiyle hissetmek. Bu sade varoluş, giderek uzaklaştığımız bir lüks haline geldi.
Her şeyi pervasızca paylaşırken, aslında en çok kendimizi unutuyoruz. Dijital dünyada parlarcasına görünür olurken, gerçek dünyada giderek silikleşiyoruz. Başkalarının ne düşündüğünü, ne söyleyeceğini fazlasıyla önemserken, kendi otantik benliğimizden uzaklaşıyoruz. Belki de artık biraz kendimize saklamayı, biraz susmayı, biraz da gizli kalmayı öğrenmeliyiz. Çünkü her şeyimizi paylaştığımız bu çağda, en değerli hazinemiz sessizliğimiz, en özel anımız ise sadece bize ait olandır. Unutmayalım ki, mahremiyet, ruhun nefes almasını sağlayan, kişisel gelişim için elzem bir alandır. Onu korumak, belki de çağımızın en büyük devrimidir.