Türkiye, tarih boyunca göç yollarının kavşağında olmuş bir ülke. Bugün de bu gerçek değişmiş değil. Son yıllarda özellikle savaş, ekonomik kriz ve politik baskılar nedeniyle Türkiye’ye sığınan ya da yerleşen yabancı uyruklu insanların sayısı ciddi oranda arttı. Bu sadece sokakların kalabalıklaşmasıyla sınırlı bir değişim değil; hayatın tüm damarlarına dokunan bir dönüşüm.

Bu dönüşümün en görünür örneklerinden biri, evlilikler. Türk vatandaşları ile yabancı uyruklular arasında yapılan evlilikler artık çok yaygın. Bu ilişkiler bir yandan sevgiyle kurulan yeni hayatların temeli olurken, bir yandan da toplumsal bellekte karışık duygular yaratıyor. Kimileri bu evlilikleri bir zenginlik, bir kültürel yakınlaşma olarak görürken, kimileri ise kimlik kaybı, değerlerin erozyona uğraması gibi kaygılar taşıyor.
Ama şu bir gerçek: Dünya küçüldü. İnsanlar artık sadece sınırları içinde değil, internet aracılığıyla dünyanın her yerinden biriyle tanışabiliyor, âşık olabiliyor, evlenebiliyor. Kültürel farklılıklar ise artık ayrıştırıcı değil, tanışılması gereken birer gerçeklik hâline geliyor.

Bu çokkültürlü yapının en hassas halkası ise çocuklar. Yabancı kökenli çocuklar, iki kültür arasında sıkışarak büyüyor. Bir yanda ebeveynlerinin dili, dini, gelenekleri… Öte yanda Türk eğitim sistemi, arkadaş çevresi ve toplumdan gelen asimilasyon baskısı. Bu çocuklar, “Ben kimim?” sorusuyla daha küçük yaşlarda tanışıyor. Ne tam buraya ait hissediyorlar, ne de geldikleri yere dönecek bir bağları kalıyor. Bu da ciddi bir kimlik çatışmasına neden oluyor.

Öte yandan, Türk çocukları da bu hızlı değişimden etkileniyor. Sınıflarda artan dil bariyerleri, öğretmenlerin vakitlerinin çoğunu anlamayan öğrencilere ayırması gibi nedenlerle eğitimde verim düşüyor. Bazı çocuklar, kendi evinde bile “yabancılaşma” hissi yaşıyor. Veliler arasında ise huzursuzluk artıyor. Kimisi bu durumu hoşgörüyle karşılarken, kimisi ise çocuklarının geleceğinden endişe ediyor.

Toplumsal uyum sadece yetişkinlerin birbirini anlamasıyla değil, çocukların birlikte büyürken ortak bir zemin yakalayabilmesiyle mümkün. Bu da ancak kapsayıcı eğitim politikaları, kültürel hassasiyet içeren öğretim materyalleri ve öğretmenlerin bu dönüşüme hazırlanmasıyla sağlanabilir.

Kültürel çeşitlilik bir tehdit değil; doğru yönetilirse büyük bir güçtür. Bir arada yaşamak, herkesin kendi kimliğini koruyarak ortak bir yaşam alanı kurmasıyla mümkün olur. Türkiye artık çok kültürlü bir toplum. Bu gerçeği görmezden gelerek değil, bu gerçekliğin içini iyi niyetle ve birlikte inşa ederek yaşamak gerekiyor. Çünkü bu topraklarda yalnızca “biz” değiliz. Artık “biz” dediğimiz kavram daha geniş, daha karmaşık ve belki de daha zengin. Ama bu zenginliği kaynağa dönüştürmek, hepimizin sorumluluğu.