Artık neyin güzel, neyin çirkin olduğuna çoğu zaman biz karar vermiyoruz. Sosyal medyanın algoritmaları, önümüze düşürdüğü fotoğraflarla, videolarla, içeriklerle farkında olmadan bir estetik standardı çiziyor. Aynı pozlar, aynı filtreler, aynı renk paletleri… Sanki görünmez bir el, hepimizi aynı kalıba sokuyor. Ortaya çıkan manzara şu: Herkes özgün olduğunu sanıyor ama hepimiz birbirimizin kopyası kareler arasında kayboluyoruz.
Eskiden güzellik kişisel bir meseleydi. Kimisi renklerin uyumunu severdi, kimisi kaosu. Kimisi sadeliği tercih ederdi, kimisi gösterişi. Şimdi ise estetik anlayışımız, beğeni sayılarıyla ölçülüyor. Bir fotoğrafın kıymetini, ışığı ya da duygusu değil, algoritmaların onu kaç kişiye gösterdiği belirliyor. Böylece gerçekten hoşumuza gidenle, “beğenilmesi gerektiğini düşündüğümüz” şey arasındaki sınır bulanıklaşıyor.
“Beğenmek zorunda mıyız?” sorusu işte bu yüzden kritik. Çünkü bazen bir fotoğrafı ya da trendi içten içe beğenmediğimiz halde, sırf sosyal ilişkilerimiz bozulmasın diye “like” tuşuna basıyoruz. Hatta iş öyle bir noktaya vardı ki, beğenmemek sanki kişisel bir reddediş gibi algılanıyor. Oysa estetik, özünde kişisel bir özgürlük alanıdır. Algoritmaların dayattığı kalıplara değil, kendi içimize sinene göre şekillenmelidir.
Tehlike şu: Kendi gözümüz körleşiyor. Bir süre sonra gerçekten hoşumuza gideni ayırt edemez hale geliyoruz. Çünkü sürekli maruz kaldığımız içerikler, güzellik algımızı yeniden kodluyor. Aynı yüz tipleri, aynı vücut ölçüleri, aynı mekanlar, aynı tarzlar… Farklılık ise adeta ayıplanıyor. Oysa estetiğin asıl değeri çeşitliliğindedir. Sanat, farklı gözlerin, farklı ellerin ürünüdür. Eğer herkes aynı biçimde gülümser, aynı pozda oturur, aynı kahveyi içer gibi görünürse, geriye sanat değil; tekdüze bir reklam kataloğu kalır.
Burada asıl mesele, görünür olma arzusu. Algoritmalar, beğeniyi ödül gibi sunuyor. Biz de o ödülü almak için kendi estetik anlayışımızdan taviz veriyoruz. Bu da yaratıcılığı köreltiyor. Gençler özgün içerikler üretmektense, “tuttuğu bilinen” kalıplara yöneliyor. Böylece kalabalık artıyor ama ses çeşitliliği azalıyor.
Belki de çözüm, basit bir soruda gizli: “Bunu gerçekten ben mi beğeniyorum, yoksa herkes beğendiği için mi?” Bu soruyu sormak bile içsel özgürlüğümüzü yeniden hatırlatır. Çünkü algoritmalar bizim yerimize karar vermek üzere tasarlanmış olabilir, ama son karar hala bize ait.
Estetiğin kıymeti, çoğunluğa uymakta değil; kendi gözümüzle gördüğümüz güzelliği sahiplenmektedir. Beğenmek zorunda değiliz. Bazen beğenmemek de bir tercihtir. Ve belki de en değerli duruş, herkesin aynı yönde koştuğu yerde, kendi yolunu seçebilmektir.