Bugün yapay zekâ denildiğinde akla üretim, sağlık ya da sanat geliyor. Oysa çok daha kritik bir alan var ki, hâlâ gerektiği kadar tartışılmıyor: toplumun sınıfsal geleceği.

2030’a kadar toplumun ikiye bölüneceği öngörülüyor:
- Yapay zekâyı etkin kullanan Bilişsel Elitler,
- Bu teknolojiden mahrum kalan Dijital Yoksullar.

Bu ayrım, tarihin gördüğü en keskin eşitsizliklerden birini yaratacak. Bilgiye ve teknolojiye erişebilenler fırsatlara daha kolay ulaşırken, erişemeyenler hayatın pek çok alanında geride kalacak. Böylece ekonomik, sosyal ve siyasal dengeler köklü biçimde değişecek.

Algoritmaların Görünmez Gücü

Bir zamanlar haberi seçen ve yorumlayan insanlardı. Bugünse karşımıza neyin çıkacağına karar veren algoritmalar. Hangi cümlede öfkelendiğimizi, hangi videoda daha uzun durduğumuzu ölçüyorlar. Bu veriler, bize tekrar tekrar benzer içerikler sunarak düşünce dünyamızı şekillendiriyor.

Seçmen, sandığa giderken kendi özgür iradesiyle karar verdiğini düşünüyor. Ama gerçekte, haftalar boyunca algoritmaların şekillendirdiği bir tercihi sandığa taşıyor olabilir.

Siyasetin Yeni Yüzü

Eskiden liderler meydanlarda milyonlara aynı cümleleri söylerdi. Bugünse yapay zekâ destekli analizler sayesinde her seçmene farklı mesaj ulaştırmak mümkün. Algoritmalar, kimin hangi söylemden etkileneceğini biliyor ve kişiye tam da duymak istediği sözleri iletiyor.

Böylesi bir ortamda şu soru kaçınılmaz hale geliyor:
Artık demokrasinin öznesi birey mi, yoksa bireyi yönlendiren algoritmalar mı?

Dijital Yoksullar ve Bilişsel Elitler arasındaki uçurum, yalnızca ekonomik bir eşitsizlik değil; aynı zamanda siyasal iradenin de geleceğini belirleyecek. Eğer yapay zekâyı insanı özgürleştiren bir araç olarak kullanabilirsek, demokrasiyi daha katılımcı ve şeffaf hale getirebiliriz. Fakat onu insan aklını yönlendiren bir otoriteye dönüştürürsek, özgür irade ve sandığın anlamı ciddi şekilde tartışılır.

Ve belki de yarının en kritik sorusu şimdiden karşımızda duruyor:
Sandıkta konuşan biz miyiz, yoksa algoritmalar mı?