2100 yıl geçse Mete’nin adı silinmedi,
1500 yıl sonra bile Atilla unutulmadı,
1150 yılın ardından Bilge Kağan hâlâ hatırlanıyor,
Ve bin yıl sonra Alparslan’ın ruhu hâlâ bu topraklarda yaşıyor.

Tarih boyunca Türk’ün izini silmeye kimsenin gücü yetmedi.
Ve bu iz, 29 Ekim 1923’te sonsuzluğa mühürlendi.

Neden 29 Ekim?

Cumhuriyet’in ilanından iki yıl sonra, Ekim 1925’te,
Fahrettin Altay Paşa bir akşam Atatürk’ün sofrasındaydı.
Kendisine uzun zamandır zihnini kurcalayan o soruyu sordu:

“Paşam, dikkatimi çekti. Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi bir tesadüf müydü? Üç gün önce ya da beş gün sonra da olabilirdi…”

Atatürk tebessümle cevap verdi:

“Fahrettin, mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın.
Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti.
Devletin başı itilaf devletlerinin eline geçmiş, millet ümitsizliğe düşmüştü.
Ama ben, buna boyun eğemedim.
Bir çıkış yolu bulmak, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek isteyenlere karşı durmak benim görevimdi.
Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalandı. Vatan parçalanmıştı.
9 Eylül 1922’de İzmir’e girdik. Dört yıl sonra…
Ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan ettik.
Mondros 30 Ekim’di, Cumhuriyet 29 Ekim…
İşte bu tarih mazlum bir milletin ahıdır.
O gün kaybedilen vatanın intikamı, bu günün şerefidir.”

Atatürk’ün bu cevabı, 29 Ekim’in bir “tesadüf” değil, bir dirilişin simgesi olduğunu gösterir.
Mondros’un karanlığına karşı Cumhuriyet’in ışığı…
Bir milletin “mazlum”luktan “hürriyet”e yürüyüşünün sembolü.

Türklüğün Dirilişi

Atatürk, bastırdığı paraya Bozkurt’u koydu,
Yakın dostlarına Bozkurt, Bozok gibi soyadlar verdi.
Manevi kızına Ülkü adını seçti.
Yusuf Akçura’yı İstanbul’un teslim alınmasında görevlendirdi.
Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu kurdu.
İbrahim Çallı’ya “Ergenekon’dan Çıkış” tablosunu yaptırdı.
Türk Tarih Tezi’ni hazırlattı, Anadolu’da kazılar yaptırdı,
Türklüğün köklü izlerini taşların arasından gün yüzüne çıkardı.

Petrol Ofisi’nin logosuna Göktürk simgesi olan Bozkurt’u koydurdu,
Bozkurt isminde sigara çıkardı.
Her konuşmasında Türklük vurgusu yaptı.
“Anadolu yedi bin yıldır Türk beşiğidir” dedi.

“Türk’ü Türk yönetmelidir” diyerek özümüze dönüşün adını koydu.
“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyerek
Bir millete, asırlarca sürecek özgüven kazandırdı.

“Bir Türk dünyaya bedeldir!”
diye haykırarak, mazlum milletin sesini cihana duyurdu.

Atatürk’ün Manevi Mirası

Atatürk;
Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran,
Kuran-ı Kerim’in tefsirini kendi imkânlarıyla yaptıran,
Kuran ilmihali hazırlatan,
İmam Hatip okullarını açan bir liderdi.

Ülkemi, ilkelerimi, fikri düşüncemi Anayasanın ilk 4 maddesi gibi korur, kollar, asla taviz vermem.
Çünkü ben Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin çocuğuyum.

Bir Ömür, Bir Devrim

Yüzerken, tenis izlerken, zeybek oynarken,
Sahilde kumda otururken, heykel incelerken,
Çocuklarla, askerlerle, köylülerle, sanatçılarla aynı karedeydi.
O dönemin kıyafetlerine baktığında moda değil, medeniyet görürsün.

Bir ağacı kesmemek için köşkü yürütmüş,
Bozkırın ortasında Atatürk Orman Çiftliği’ni kurmuştu.
Yirmi iki yılını cephede geçirdi.
Askeri tayınını yemeden sofraya oturmadı.
Ve annesine yazdığı mektupta;
“Bu para vatanın kurtuluşu içindir, halınızı satın anacığım” diyerek
Kurtuluşun bedelini kendi ailesinden dahi esirgemedi.

Malını, mülkünü, her şeyini milletine bağışlayarak
Tarihin en asil vedasını yaptı.
Geride bir miras bıraktı:
Cumhuriyet.

Son Söz

O, yalnızca bir asker değil;
Bir fikir, bir inanç, bir ışık kaynağıydı.
Bugün biz, o ışığın altında bir aradayız.
Cumhuriyet’in 102. yılında bir kez daha aynı inançla söylüyoruz:

“Ne mutlu Türküm diyene!”