Her sabah göz altlarımız biraz daha koyu, omuzlarımız biraz daha düşük uyanıyoruz. Pazartesi sendromuyla başlıyor hafta, perşembe "hafta bitsin artık" diye dua ediyoruz. Tatiller bitmesin, molalar uzasın istiyoruz. Oysa çoğumuzun fiziksel olarak yorulduğu ağır işler yapmıyoruz. Günümüz genellikle masa başında, ekran karşısında, zihinsel bir koşturmaca içinde geçiyor. Peki, bu denli tükenmişliğin sebebi ne? Neden bu kadar yorgunuz?
Yorgunuz çünkü sadece bedenimiz değil, ruhumuz da durmaksızın çalışıyor. Sosyal medyada hep "görünür" olma çabası, iş yerinde bitmek bilmeyen "yeterli olma" baskısı, özel hayatta "kusursuz" ilişkiler kurma yükümlülüğü… Tüm bu görünmez görevler, biriken ama ölçülemeyen, gözle görülmeyen bir yorgunluk yaratıyor. Modern hayatın acımasız temposu, bizi sürekli uyanık, tetikte, üretken ve her an güncel kalmaya zorluyor. Öyle ki, dinlenmek bile bir göreve dönüştü. Kitap okuyorsak "kaç sayfa okudun?", tatile çıktıysak "kaç story attın?" diye ölçülüyor artık her şey.
Bir başka mesele de "karşılaştırma" kültürü. Başkalarının özenle hazırlanmış, "mükemmel" hayatlarına pencere açtığımız sosyal medya platformlarında, kendi hayatımıza küsüp, eksik hissediyoruz. Kimse mutsuzluğunu, başarısızlığını, zorlandığı anları sergilemiyor çünkü. Herkes hep neşeli, başarılı, üretken, enerjik ve kusursuz… Gerçek hayat böyle değil, ama biz bu dijital illüzyonla yarışıyoruz. Ve bu bitmek bilmeyen, anlamsız yarış, yavaş yavaş içimizi tüketiyor, bizi kendimizden uzaklaştırıyor.
Yorgunuz çünkü hep bir şey olma, bir yere varma çabası içindeyiz. Sürekli daha iyisi, daha fazlası için koşturuyoruz. Ve belki de en acısı, ne kadar çabalarsak çabalayalım, o içteki boşluk bir türlü dolmuyor. Bir türlü "yetti" diyemiyoruz kendimize. Bu yetersizlik hissi, üzerimizdeki görünmez yükü daha da artırıyor.
Ama belki de önce durmak gerekiyor. Yavaşlamak. Kendimize dürüstçe "Ben neden bu kadar koşuyorum? Bu koşuşturmacanın anlamı ne?" diye sormak. Çünkü bazı yorgunluklar uyumakla geçmez. O yorgunluklar ancak gerçeklerle yüzleşmekle, hayatı sadeleştirmekle, üzerimizdeki gereksiz yükleri hafifletmekle geçer. Bu bir tembellik değil, bir öz farkındalıktır.
Tükeniyoruz. Ama bu tükenişin adı "tembellik" değil, aksine. Bu, yeni dünyanın üzerimize bindirdiği görünmez ağırlığın adı. Ve bu yükü fark etmedikçe, birbirimize ses vermedikçe, bu durumu konuşmadıkça, her birimiz kendi içimizde sessizce çökeceğiz. Belki de artık en büyük devrim, sadece biraz yavaşlamak ve nefes almak.