Günümüzün hızla değişen dünyasında, "satın almak" yerini giderek "kullanmaya" bırakıyor. Müzikten arabaya, ofisten tatil evine kadar her şey abonelik ya da paylaşım modeliyle erişilebilir hale geldi. Bu dalga, kaçınılmaz olarak gayrimenkul sektörüne de ulaştı ve hem yatırımcılar hem de kullanıcılar için oyunun kurallarını yeniden yazıyor.
Bu yeni düzenin ilk yansıması, kiralamada artan esneklik. Artık klasik yıllık kontratlar yerine aylık, hatta haftalık sözleşmelerle mobilyalı ve tüm hizmetleri hazır daireler yaygınlaşıyor. Özellikle genç profesyoneller ve uzaktan çalışanlar için "taşın ve yaşa" standardı oluştu. Bunun bir adım ötesi olan co-living (paylaşımlı yaşam) projeleri ise, ortak mutfaklar, çalışma alanları ve sosyal programlarla otel konforunu bir araya getiriyor. Kullanıcı, mülk sahibi olmadan konfor ve topluluk arzularken, işletmeci ise doluluk ve hizmet gelirinden kazanıyor.
Bu değişim, yatırımcı tarafında da yeni kapılar açıyor. "Built-to-rent" (kiralamaya özel inşa) projeleri ve abonelik konut modelleri öne çıkıyor. Bu sistemde, tek elde profesyonelce yönetilen bloklarda kiracı, şeffaf bir fiyatlandırma, tek fatura ve uygulama üzerinden kolay yönetim gibi avantajlara sahip oluyor. Bu öngörülebilirlik, kiracı memnuniyetini artırırken, yatırımcıya da uzun vadeli ve istikrarlı bir nakit akışı sağlıyor. Öte yandan, fraksiyonel mülkiyet ve kitle fonlama çözümleri sayesinde, artık tam bir daire almak yerine, farklı bölgelerdeki mülklerden küçük paylarla bir gelir portföyü oluşturmak mümkün hale geliyor.
Ancak bu dönüşümün getirdiği riskler de yok değil. Kısa dönemli kiralamaların yoğunluğu, mahalle dengelerini bozabiliyor ve regülasyon baskısını artırıyor. Ayrıca, kiralamaya özel inşa edilmiş yapılar için yapılan "otelizasyon" eleştirileri, komşuluk hissinin ve toplumsal bağların zayıflama riskini hatırlatıyor. Ancak bu risklere rağmen İzmir gibi göç alan ve dinamik şehirlerde, erişim odaklı konut ürünlerine olan talep giderek artıyor.
Sonuç olarak, erişim ekonomisi mülkiyet kavramını bitirmiyor; aksine kullanım değerini, hizmeti ve deneyimi merkeze alarak yeniden tanımlıyor. Artık gayrimenkulde kazananlar, sadece "tuğla ve harç" inşa edenler değil, bu yapıyı bir yaşam alanına ve tecrübeye dönüştürenler olacak. Yatırımcının yeni sorusu, "Ne inşa ettim?" değil, "Nasıl bir yaşam sunuyorum?" olmalı.