Bir şehri şehir yapan sadece binalar değildir; o binaların taşıdığı hikayelerdir. Eski evler, duvarlarına sinmiş sohbetleriyle, penceresinden sarkan sardunyalarıyla, mahalle aralarındaki taş dokusuyla aslında birer hafıza taşıyıcısıdır. Ancak bugün bu hafızanın önünde zorlu bir ikilem var: Korumak mı, yenilemek mi?

İzmir’de Karşıyaka’nın eski apartmanları, Buca’nın konakları, Alsancak’ın taş evleri ya da Kemeraltı’nın tarihi yapıları… Her biri kent kimliğinin bir parçası. Fakat depreme dayanıksızlık, bakım masraflarının artması ve ekonomik baskılar, bu evleri yıkıp yerine yeni binalar dikmeyi cazip hale getiriyor. Böylece bir kuşağın yaşam izleri hızla siliniyor.

Yenileme taraftarları, “can güvenliği her şeyden önce gelir” diyor. Bu itirazın haksız tarafı yok; deprem kuşağında riskli yapılarla yaşamak, göz göre göre tehlikeye davetiye çıkarmaktır. Ancak sorun, yenilemenin çoğu zaman sadece kat sayısını artırmaya indirgenmesi. Bu bakış açısı, şehrin belleğini yok ederek geriye birbirine benzeyen beton bloklar bırakıyor.

Korumadan yana olanlar ise kentin kültürel kimliğini savunuyor. Avrupa’nın birçok kentinde olduğu gibi, restorasyon ve güçlendirme yöntemleriyle eski dokuyu koruyarak yaşatmak mümkün. Bir ev, sadece taş duvarlardan ibaret değildir; o evin mutfağında kaynayan çorbanın kokusu, kapı önünde oynayan çocukların sesi, geleceğe aktarılabilecek bir yaşam kültürüdür.

Aslında mesele, korumak ya da yenilemek arasında keskin bir tercih yapmak değil. Önemli olan, doğru yerde doğru yöntemi uygulamak. Gerçekten riskli yapılar modern tekniklerle yeniden yapılmalı; tarihi ve kültürel değeri olan evler ise restorasyon yoluyla şehre kazandırılmalı. Böylece hem güvenlik sağlanır hem de şehir hafızası korunur.

İzmir’in dönüşüm hikayesi, sadece bugünün ihtiyaçlarına değil, geçmişin izlerine de kulak verirse kalıcı olur. Çünkü kent dediğimiz şey, yalnızca binalar değil; o binaların anlattığı hikayelerle anlam kazanan bir bütündür. Hafızasını kaybeden bir şehir, geleceğini de eksik kurar.