Bir zamanlar çocukluk, ağaca tırmanmanın heyecanını, toprakta yuvarlanmanın keyfini, çamurla oynamanın o eşsiz mutluluğunu ve doğayla iç içe olmanın dinginliğini demekti. Şimdilerde ise bu tablo yerini bir ekranın karşısında, dört duvar arasında, korna sesleriyle, şehrin gürültüsü içinde büyümeye çalışan bir nesile bıraktı. Köyde doğan bir çocuk hâlâ sabah horoz sesiyle uyanırken, şehre doğan ise apartman boşluğunda yankılanan bağırışlarla güne başlıyor. Biri gökyüzüne çıplak gözle bakabilmenin özgürlüğünü yaşarken, diğeri göğü görebilmek için kafasını gökdelenlerin arasına sıkıştırmak zorunda kalıyor. Bu durum, çocukluk ve doğa ilişkisi ile şehirleşmenin çocuklar üzerindeki etkisi arasındaki derin uçurumu gözler önüne seriyor.
Köy çocuğu için oyun, bir ihtiyaç değil, hayatın doğal akışı. Sabah tarlaya giden annesinin ardından el sallıyor, çantasını sırtlanıp yürüye yürüye okula gidiyor. Yol boyunca taş atıyor, ot koparıyor, bazen de gönlünce ıslık çalıyor. Yalınayak ama kendinden emin, doğanın sunduğu sınırsız oyun alanında özgürce büyüyor. Şehir çocuğu ise genellikle güvenlikli sitelerde doğuyor; sabah tabletle uyanıyor, okuluna servis konforuyla ulaşıyor. Beton duvarlarla çevrili parkta, plastik oyuncakların etrafında dönerken, farkında bile olmadan göğsünde bir daralma, bir sıkışmışlık taşıyor. Bu, çocukların doğal gelişimine engel olan faktörler arasında başı çekiyor.
Köyde büyüyen bir çocuk, toprağın eşsiz kokusunu tanıyor, yağan yağmurun sesini severek dinliyor ve ellerini kirletmekten asla çekinmiyor. Arkadaşını görmek için kapısını çalıyor, samimi ve direkt ilişkiler kuruyor. Şehirdeki çocuk ise randevusuz arkadaş göremiyor, oyunlarını çevrimiçi platformlarda sanal olarak oynuyor, park yerine alışveriş merkezlerinde vakit geçiriyor. Bu durum, çocukların sosyal becerileri ve fiziksel aktiviteleri üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratıyor.
Bu bir nostalji yazısı değil, bir karşılaştırma da değil. Bu, gerçeğin ta kendisi. Çünkü doğadan uzaklaştıkça çocukların yüzü soluyor, enerjileri tükeniyor. Şehir büyüdükçe, binalar yükseldikçe çocukların oyun alanları küçülüyor, ruhları daralıyor. Beton çoğaldıkça oyun azalıyor. Camdan bakan çocukla camdan içeri giren güneşin arası açılıyor, çocuklar doğanın iyileştirici gücünden mahrum kalıyor.
Belki de tekrar sormamız gereken şu: Çocuğun mutlu olması, sağlıklı büyümesi ve gerçek bir çocukluk yaşayabilmesi için kaç metrekare yeter? Ve cevap aslında çok basit: Bir parça toprak, bir avuç samimiyet ve bir damla özgürlük.
Unutmayalım ki beton büyüdükçe ruh küçülür. Ve çocuk dediğin, ancak özgürse, doğayla iç içeyse ve kendi çocukluğunu yaşayabiliyorsa gerçekten büyür.