Eskiden bir kahve içmek, bir lükstü, bir keyifti. Şimdi ise bir kahve, sadece bir içecek değil, aynı zamanda hayat pahalılığının en net göstergelerinden biri. Sabah işe giderken alınan o karton bardaktaki sıcak içecek, artık sadece bir bedeli değil, aynı zamanda kaybedilen birçok şeyi temsil ediyor. O anlık zevk için vazgeçtiklerimiz, düşünmek bile istemediğimiz, vicdani bir muhasebenin konusu haline geldi.
Bir kahve parasına ne sığar? O küçücük bedelin içinde; birkaç ekmek, bir paket makarna, birkaç yumurta, belki bir çocuğun okul harçlığı... Hatta o parayı biriktirip, ay sonunda bir faturayı ödemek bile mümkün. O bir kahve, artık sadece bir damak zevki değil, hayatın öncelikleri arasında yapılan acımasız bir tercih meselesi. Belki de içmemeyi seçtiğimizde, aslında başka bir ihtiyacı karşıladığımızın, bir açığı kapattığımızın farkındayız.
Bu durum, hayatın hızlandığı ve tüketim kültürünün zirveye çıktığı modern çağda, bizi bir durup düşünmeye itiyor. Biz, ne için para harcadığımızı, neyin gerçekten önemli olduğunu sorgulayan bir nesle dönüştük. Bir kahve parasına sığanlar, sadece ekonomik bir hesap değil, aynı zamanda vicdani bir muhasebe de barındırıyor.
Bu durum, bir suçlama değil, sadece içinde bulunduğumuz acı gerçekliğin bir gözlemi. Herkesin keyfine düşkün olduğu, lüks tüketimin olağan karşılandığı bir dönemden, her kuruşun hesabının yapıldığı bir döneme geçişin sancısı bu. Bazen o kahveyi alıp içmek, kendimize verdiğimiz bir ödül, bir moral kaynağı oluyor. Bazen de sadece o anı yaşama lüksümüzün kalmadığını, o paranın çok daha elzem bir yere ayrılması gerektiğini fark ediyoruz.
Belki de mesele, o bir kahve değil. Mesele, değer verdiğimiz şeylerin değişmesi. Mesele, basit bir keyfin bile artık bir bedeli olduğunu, o bedelin de her geçen gün ağırlaştığını görmek. Bir kahve parasına sığanlar, artık sadece bir listeyi değil, yavaş yavaş tükenen hayallerimizi, sade bir yaşam arzumuzu da anlatıyor.