Tribünler bir zamanlar sadece maçların seyredildiği yer değildi; bir kültürdü, bir okuldu. Mahalle ruhuyla örülmüş, dostlukla, tezahüratla yoğrulmuş bir ortak hafıza… Orada şarkılar öğrenilir, dayanışma inşa edilir, yenilgiyle başa çıkmanın, galibiyetin sevincini paylaşmanın yolu bulunurdu. Ancak bugün sorulması gereken zor bir soru var: Tribün kültürü nereye gidiyor?

Artık tribünler, eski samimiyetini yitirmiş gibi görünüyor. Bir yanda ticari kaygılar, bilet fiyatlarının yükselmesi, kombine sistemlerinin değişmesi; diğer yanda dijitalleşmenin yarattığı dönüşüm… Eskiden stadın kapısından giren herkes aynı aidiyet duygusuyla birleşirken, bugün ekran başında izlemek daha kolay geliyor. Tribünlerde boşluklar artıyor, marşların yerini kulaklıklardaki şarkılar alıyor.

Elbette bu tabloya sadece nostaljiyle bakmamak gerekir. Günümüz tribünleri farklı bir gerçekliği temsil ediyor. Sosyal medyanın etkisiyle tezahüratlar internette yayılıyor, pankartlar daha çok göz önünde oluyor, taraftar grupları dijital platformlardan örgütleniyor. Tribün, artık sadece stadyumda değil, ekranın öte yanında da varlığını sürdürüyor. Yine de bu, o eski “omuz omuza” ruhun zayıfladığı gerçeğini değiştirmiyor.

Tribün kültürünün geleceği, aslında toplumun sporla kurduğu ilişkiye bağlı. Eğer sporu yalnızca bir sonuç ve skor üzerinden görürsek, tribünler sadece izleyici kitlesine dönüşür. Ama sporu bir kimlik, bir aidiyet, bir yaşam biçimi olarak görürsek, tribün yeniden eski gücünü bulur. Bu yüzden kulüplerin de sorumluluğu büyük. Tribünleri sadece gelir kaynağı değil, kültürel değer olarak görmeleri gerekiyor.

Belki de tribün kültürü bitti demek yerine, değişiyor demeliyiz. Ama önemli olan şu: Değişirken, köklerimizden gelen o dayanışma ruhunu kaybetmemek. Çünkü sporun ruhu, sahadaki oyundan çok, tribünde paylaşılan o ortak duyguda saklıdır.