Dünya, su kaynakları için sessiz ama acımasız bir savaşa sahne oluyor. Küresel güçler artık enerji kaynakları kadar, hatta daha fazla suya hükmetmenin peşinde. Çünkü su, sadece bir yaşam kaynağı değil; tarımdan sanayiye, enerji üretiminden stratejik üstünlüğe kadar her alanın temelinde yatıyor. Emperyal devletler, suyu kontrol ederek bölgeleri dizayn ediyor, halkları yönetiyor ve hatta ülkeleri diz çöktürüyor. Orta Doğu’nun su kaynakları üzerinde dönen büyük oyunlar, bunun en net örneği. İsrail’in Fırat ve Dicle üzerindeki gizli ajandası, ABD’nin Irak ve Suriye’de su altyapısına yönelik saldırıları, suyun silah olarak kullanıldığını gözler önüne seriyor.
Türkiye, bu savaşın tam ortasında. Fırat ve Dicle’nin doğduğu topraklarda olmamız bize büyük bir avantaj sağlarken, aynı zamanda hedef haline getiriyor. İsrail’in “Arz-ı Mev’ud” (Vadedilmiş Topraklar) planının sadece toprakla sınırlı olmadığını, su kaynaklarını da kapsadığını biliyoruz. ABD ve Batı’nın, Ortadoğu’daki barajları ve su projelerini hedef almasının sebebi de tesadüf değil. Su kaynaklarımızı yönetemez, koruyamaz ve kontrolü elimizde tutamazsak, gelecekte petrol savaşlarından daha acımasız su savaşlarıyla karşı karşıya kalacağız. Çünkü unutmayalım, petrol olmadan yaşanabilir, ama susuz bir medeniyet asla ayakta kalamaz!
Bugün market raflarında aldığımız bir şişe suyun gerçek bedeli, yalnızca birkaç lira değil. O suyun arkasında yatan jeopolitik oyunları, sınır dışı operasyonları ve devletlerarası mücadeleyi anlamazsak, bir gün kendi suyumuza bile ulaşamaz hale gelebiliriz. Küresel şirketler Afrika ve Asya’daki doğal su kaynaklarını satın alıyor, kuraklığı artırıyor, sonra halka yüksek fiyatlarla satıyor. Türkiye olarak suyun gücünü anlamaz, gerekli önlemleri almazsak, bir gün kendi topraklarımızda susuz kalabiliriz. Suyu bir ticaret malzemesi değil, milli güvenlik meselesi olarak görmek zorundayız. Savaşlar artık kurşunlarla değil, kuruyan nehirlerle, boşalan barajlarla kazanılıyor.