Spor yapmak, bedenimize ve zihnimize iyi gelen en kıymetli alışkanlıklardan biri. Ancak bu sağlıklı çaba, ne yazık ki bazen bir takıntıya dönüşerek bizzat sağlığımızı tehdit edebiliyor. Son yıllarda, sporun o neşeli ve mutlu eden ruhu, yerini sürekli bir "yetmezlik" hissine bırakıyor. Daha fazla koşmak, daha ağır kaldırmak, daha az yemek... Bu doyumsuz döngü uzadıkça, bedenimizi ve ruhumuzu yıpratıyoruz.

Bu noktada spor, keyif veren bir dost olmaktan çıkıp, yapılmadığında vicdan azabı çektiren bir zorunluluğa dönüşüyor. Bir antrenmanı kaçırmak, artık sadece programdaki bir aksaklık değil; gün boyu içimizde taşıdığımız bir suçluluk duygusu haline geliyor. Oysa sporun temel amacı, yaşam kalitemizi artırmaktır. Ne ironiktir ki, takıntı haline geldiğinde, hayatı daraltıyor, özgürlüğümüzü kısıtlıyor ve bizi kendi bedenimizin tutsağı haline getiriyor.

Sosyal medyanın bu durumu körüklediğini de inkar edemeyiz. Karşımıza çıkan "mükemmel" vücut fotoğrafları ve kusursuz yaşam tarzı paylaşımları, bizi bilinçaltımızda sürekli bir yarışa sokuyor. Herkesin günde iki saat spor yaptığı bir dünya illüzyonu yaratılıyor. Bu karşılaştırma kültürü, bizi sürekli yetersiz hissetmeye itiyor. Spor salonundan çıktıktan sonra bile "daha fazlasını yapmalıydım" diyen binlerce insan var. Bu, sporun değil, dijital dünyanın yarattığı sağlıksız bir baskıdır.

Disiplin ile takıntı arasında çok ince bir çizgi var. Disiplin, sizi hedefinize götüren sağlıklı bir yoldur. Takıntı ise, sizi esir alıp yoran bir tuzaktır. Vücudunuzu dinlemek, gerektiğinde dinlenmeye izin vermek, sürecin doğal ve sağlıklı bir parçasıdır. Spor, hayatınızı destekleyen bir yoldaş olmalı, sizi kemiren bir baskı unsuru değil.

Unutmayın ki sağlıklı olmak, sadece kaslardan ibaret değildir. Zihnin huzuru, ruhun dengesi ve bedenin esnekliği bir bütündür. Eğer spor, bu bütünü korumak yerine sizi tüketiyorsa, belki de durup nefes almanın, programınızı gözden geçirmenin ve dengeyi yeniden kurmanın zamanı gelmiştir. Spor, bir ceza değil, bir ödül olmalıdır.