İzmir’in silueti daha göğe yükselen kulelerle değil de doğaya yayılı geçen çatılarla şekillendirilse… Yatay mimari, bu hayali biraz daha gerçek kılar mı? Şehir yoğunlaştıkça, beton yükseldikçe “nefes alan kent” özlemi de çığ gibi büyüyor.
Yatay mimari, binaları yüksek katlara çıkarmak yerine geniş alana yayarak düşük katlı yapılaşmayı ön planda tutan yaklaşım. Toprakla temas, bahçeler, açık alanlar, yeşil alanlar bu modele özgü; ferahlık, ışık ve havalandırma gibi unsurlar dikey binalara kıyasla daha erişilebilir.
İzmir için yatay yapıların avantajları oldukça çok. İlk olarak mahalle dokusunun korunması açısından önemli. Eski mahalleler gibi insanlar komşularını tanıyabiliyorsa; yürüyüşler, bahçede sohbetler, sokakta oyun oynayan çocuklar gibi yaşam ritimleri yok olmadıkça “şehirlik yaşama” hasret azalmış olur. Ayrıca, şehirde hava akışı, gölgeleme ve manzara gibi çevresel faktörler yatay mimaride daha rahat sağlanabiliyor.
Diğer yandan bazı sınırlamalar da var. İzmir’de arsa maliyetleri, özellikle denize yakın bölgelerde, yatay yapılaşmayı kısıtlayacak düzeyde yüksek. Yatay mimari için geniş alan lazım ki bu alan, altyapının hazır olduğu ve ulaşımın makul olduğu bölgelerde bulunuyor. Ayrıca altyapı giderleri; yol, su, kanalizasyon, elektrik gibi hizmetlerin yayılımı düşük katlı yapılaşmayla daha yüksek maliyetli olabiliyor.
Bir diğer sınır ise nüfus yoğunluğu. Şehir merkezi ya da yoğun talep gören mahallelerde, dikey mimari yoğun konut ihtiyacına daha hızlı cevap verebiliyor. Yatay mimari tercih edilse bile, bu ihtiyacı karşılamak için ya şehrin dışına çıkmak ya da arazi kullanımını yeniden düzenlemek gerekebilir.
Sonuç olarak; evet, yatay mimari İzmir’e nefes aldırabilir — ama bu, doğru yerlerde, doğru yoğunlukta ve doğru planlamayla birlikte yapılırsa olur. Şehir planlaması sadece metrekare değil; yaşam kalitesi düşünülerek yapılırsa yatay mimari hem estetik bir tercih olur hem de insan odaklı bir kent vizyonunun parçası haline gelir.