Vitrinler hiç bu kadar parlamamıştı, alışveriş torbaları hiç bu kadar dolmamıştı. Ama buna rağmen insanlar hiç bu kadar boş hissetmemişti. Bugünün gençliği, yalnızca giysi ya da elektronik eşya değil, aslında bir kimlik satın alıyor. Çünkü tüketim artık bir ihtiyaçtan çok, bir varoluş biçimine dönüşmüş durumda.
Kredi kartlarına sığmayan alışverişler, “sepete ekle” tuşuyla hızla yapılan harcamalar, kampanya günlerinde sabaha kadar süren ekran başı nöbetleri… Hepsi aynı boşluğu doldurmanın denemeleri. Oysa çoğu genç, satın aldığı şeyin mutluluğunu birkaç saat bile taşımıyor. Bir sonraki indirim, bir sonraki ürün, bir sonraki kutu açılışı için aynı döngü başlıyor.
Bunu tetikleyen yalnızca kapitalizmin parlak reklamları değil; aynı zamanda gelecek kaygısı. Yarınını planlayamayan bir genç, bugünün hazlarına sarılıyor. Kimi oyun konsoluyla, kimi pahalı telefonla, kimi marka çanta ya da ayakkabıyla kendine değer biçiyor. Çünkü toplumsal düzen, değeri üretmekten çok, tüketmekle ölçüyor artık. “Ne işin var?” sorusundan önce “Ne kullanıyorsun?” sorusu geliyor.
Ama tüketimle avunan neslin en büyük kaybı, sabır ve emek duygusu. Uzun vadeli hayaller yerine kısa süreli keyifler tercih ediliyor. Dayanıklılık yerini hızla tüketime bırakıyor. Ve sonuçta geriye, dolu odalar ama boş kalpler kalıyor.
Peki, çıkış yolu yok mu? Elbette var. Tüketimi tamamen yok etmek mümkün değil ama anlamlı hale getirmek mümkün. Bir kitabı sadece moda olduğu için değil, gerçekten içinden bir şeyler öğrenmek için almak… Bir kıyafeti, markası için değil, uzun süre giyebilmek için seçmek… En önemlisi de tüketimin yerine üretmeyi koymak. Çünkü insan, ürettiğiyle var olur; aldığıyla değil.
Belki de bugünün en radikal hareketi, alışveriş torbasını boşaltıp kalbimizi dolduracak şeylere yönelmektir. Çünkü tüketim avutur, ama üretim iyileştirir.