Yaz, tatil yapabilenler için elbette başka bir şey: Bembeyaz havlular, kumda yürüyüşler, gündüz uykuları… Ama şehirde kalmak zorunda olanlar için yaz, bambaşka bir hikâye. Betonun ısıyı saklayan yüzü, ofisteki klimanın asla yeterince soğutmayan ayarı, akşam eve dönünce bile üzerinizden eksilmeyen yorgunluk… Şehirde yaz böyle bir mevsim.
Ama belki de mesele, hep aynı hikâyenin peşinden koşmamızda saklıdır. Tatil fotoğraflarını birer zorunluluk gibi görmek, yaşamın geri kalanını değersiz sanmamıza sebep oluyor. Oysa şehirde kalmak, biraz daha yavaşlamayı öğrenmek için bir fırsat. Sabah işe gitmeden önce parkta birkaç dakikalık yürüyüş, akşam eve dönüş yolunda kulaklığı takıp sevdiğiniz eski bir şarkıyı dinlemek, pencereyi açıp sıcak havayı içeri davet etmek… Belki de bunlar da kendi küçük tatillerimizdir.
Kabul etmek gerekiyor ki her zaman valiz hazırlamak mümkün olmuyor. Bazen banka kredileri, bazen ertelenmiş ödemeler, bazen işten ayrılamamak… Hepimizin ayrı nedenleri var. Ama yaşam dediğimiz şey, tatile çıktığımız iki hafta değil; arada geçen koca yılın tamamı. O yüzden şehirde kalanlar için de yaz, kendi tonlarını bulabilir. Kitap okunan balkonlar, akşamüstü dondurma molaları, sıcaktan kaçmak için atılan kısa kaçamaklar… Hepsi birer küçük kutlama.
Bu yaz tatile gidemeyenlere bir önerim var: Kendi yaz ritüelinizi yaratın. Mahallenizde daha önce oturmadığınız bir kafeye gidin. Bir müzeyi gezip serin salonlarında saatler geçirin. Gece yürüyüşüne çıkın. Yazın, illa kalabalık otellerde geçmesi gerekmiyor. Belki de en güzel tatil, şehrin sokaklarında saklanıyor.
Unutmayın, yaşam sadece “gittiklerimiz” değil; kaldıklarımızdır da.