Günümüzde para her şeyin ve herkesin önüne geçmiş durumda. Öyle ki hobi dediğimiz spor bile paranın gücüne yenilmiş durumda.
Spor, eskiden sadece oyunla, emekle, tutkuyla anılırdı. Şimdi ise her geçen gün biraz daha büyük bir endüstriye dönüşüyor. Yayın ihaleleri, sponsorluk anlaşmaları, forma satışları, transfer ücretleri… Sahadaki mücadele kadar kasada dönen rakamlar da konuşuluyor. Artık “kimin daha iyi oynadığından” çok, “kimin daha zengin olduğundan” bahsediyoruz.
Bir zamanlar tutkuyla büyüyen kulüpler, bugün dev şirketler gibi yönetiliyor. Yatırımcılar, marka danışmanları, dijital pazarlama ekipleri, reklam gelirleri… Hepsi bir futbolcunun, bir basketbolcunun ya da bir kulübün değerini belirliyor. Bu durum elbette sporun profesyonelleşmesi açısından bir ilerleme. Ancak asıl soru şu: Sporun ruhu bu ekonominin neresinde kaldı?
Tribünlerde büyüyen çocuklar artık hayallerini sahada değil, sosyal medyada takip ediyor. Taraftarlık bir aidiyetten çok, bir tüketim alışkanlığına dönüşüyor. Forma, atkı, bileklik… Hepsi birer “ürün”. Oysa sporun özünde kazanma hırsı kadar paylaşma duygusu, rekabet kadar saygı, başarı kadar emek de vardı.
Bu ekonomik düzen, sporun sürdürülebilirliği açısından gerekli olabilir. Ancak para, tutkuyu bastırdığında oyun anlamını yitiriyor. Çünkü hiçbir yayın ihalesi, tribündeki samimi tezahüratın yerini tutmaz. Hiçbir sponsorluk anlaşması, altyapıdan çıkan bir gencin ilk formasını giydiği anın heyecanını satın alamaz.
Bugün kulüplerin karşısında zorlu bir denge var: finansal başarı ile manevi bağlılık arasında ince bir çizgi. Eğer bu çizgi kayarsa, spor yalnızca bir “ürün” haline gelir; ama eğer korunursa, hem ekonomi kazanır hem de ruh.
Belki de sorunun cevabı basit: Spor ne tamamen parayla yaşar, ne de sadece tutkuyla. Gerçek başarı, o ikisini dengeleyebilmektir. Çünkü sporu büyüten sermaye değil, insanın içindeki o kazanma isteği, yani tutkunun kendisidir.