Gerçeklikten kaçışın yeni adı: İçerik tüketimi

Abone Ol

Sabah gözümüzü açar açmaz elimiz telefona gidiyor. Ekran daha açılmadan parmaklarımız alışkanlıkla kaydırmaya başlıyor. Kim ne yapmış, nerede gezmiş, hangi diziden sahneler viral olmuş? Hangi haber bizi öfkelendirecek, hangi içerik kahkaha attıracak? Her şey hızlı, her şey hazır. Ama işin tuhafı şu: Biz, bu kadar çok şeye maruz kalırken neden hâlâ bu kadar eksik, bu kadar boş hissediyoruz?

Adına “içerik” diyoruz. Tükettiğimiz videolar, fotoğraflar, tweetler, kısa skeçler, influencer yorumları… Saniyeler içinde bir duygudan diğerine savruluyoruz. Gülüyoruz, üzülüyoruz, öfkeleniyoruz… ama hepsi sanki üzerimizden akıp geçiyor. Bir tanesini bile tam olarak yaşamadan diğerine geçiyoruz. Duygular, fast food gibi sunuluyor önümüze. Hızlı, doyurucu görünen ama içi boş.

Eskiden “kafamı dağıtmak için televizyon izliyorum” denirdi. Şimdi “kafamı susturmak için kaydırıyorum” dönemindeyiz. Çünkü düşünmek yorucu geldi bize. Gerçek hayatın ağırlığı fazla. Ev kirası, faturalar, gelecek kaygısı, yalnızlık, ilişkilerin yüzeyselleşmesi… Her biri ağır geliyor. İçerikler bu yüzden sığınak oldu. Ama gerçek bir sığınak mı, yoksa sadece geciktirilmiş bir çöküş mü?

İnsanlar bir şeyler izleyerek mutlu olduklarını sanıyor. Ama sonra ekranı kapattıklarında yeniden boşluğa düşüyorlar. Düşünsenize, gün içinde 500 içerik tükettiniz ama akşam yatağa yattığınızda birini bile hatırlamıyorsunuz. Çünkü beyin seçici davranıyor. Anlam aramadığınız şeyi hafızaya almıyor.

Bu, zihinsel obeziteye benziyor. Doyuyorsunuz ama beslenemiyorsunuz. Üstelik bu kadar uyarıcıya maruz kalan bir insan artık basit şeylerden tat alamaz hale geliyor. Bir kitap sayfasını çevirmek, bir arkadaşla sessizce oturmak ya da bir pencereden dışarı bakmak... Bunlar artık "boş işler" gibi geliyor. Çünkü içerik sizi alıştırdı; hep daha fazlasına, hep daha hızlısına.

Oysa hayat yavaş akar. Gerçek duygu, zamanla oturur. Derinlik ister. Anlam, sabır ister. Bizimse parmaklarımız sabırsız. Gördüğümüz şeyin ne olduğuna değil, kaç saniye sürdüğüne odaklıyız. Görsel bir dünyada yaşıyoruz ama içsel olarak körleşiyoruz.

Evet, dünya değişti. Dijital hayat artık bizim bir parçamız. Kimse "sosyal medya kullanmayın" diyemez. Ama ölçüsünü kaçırdık. Bilgiye ulaşmak kolaylaştı ama bilgiyi süzmek neredeyse imkânsız hale geldi. Herkes konuşuyor, kimse dinlemiyor. Herkes içerik üreticisi, ama pek azı gerçekten bir şey söylüyor.

Belki de bu yüzden eskiye özlem duyuyoruz. Daha az ekran, daha çok yüz. Daha az yorum, daha çok diyalog. O küçük ama samimi anları, o yavaş akan ilişkileri, telefon değil göz temasıyla kurulan bağları…
Kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Her gün saatlerce içerik tüketiyoruz ama içerikler bizi ne kadar tüketiyor?

Gerçekliği unutmadığımız, anlamı yitirmediğimiz, dikkatimizin kıymetini bildiğimiz bir dünya mümkün. Yeter ki parmağımız değil, kalbimiz rehber olsun.