Kentsel dönüşüm, yıllardır İzmir’in gündeminde. Her dönüşüm projesi, deprem gerçeğiyle yüzleşen şehir için kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak görülüyor. Ancak bu hayati süreç, ne yazık ki her zaman başarıyla tamamlanmıyor. Sokak aralarında yükselen beton iskeletler, yarım bırakılmış şantiyeler ve yıllardır evine kavuşamayan aileler, bu hikayelerin en somut kanıtı.
Yarım kalan projeler, sadece betonun yarım kalması değil; hayatların, umutların ve hayallerin de yarım kalması anlamına geliyor. Birçok aile, daha güvenli ve modern bir ev hayaliyle yılların birikimini bir müteahhite teslim ediyor. Evini yıkıp yenilenmesini bekleyen vatandaş, birkaç ay içinde yeni bir yaşama başlayacağını umut ediyor. Ancak iş ilerlemeyince ne evine dönebiliyor, ne de ödediği parayı geri alabiliyor. İnsanlar, bir anda kendilerini bir enkazın ortasında, belirsiz bir geleceğe doğru sürüklenirken buluyor.
Bu noktada en büyük mağduriyet, sesini duyuramayanlarda. Kira yardımları yetersiz kaldığında, insanlar birikimlerini tüketiyor. Bazıları akraba evlerine sığınıyor, bazılarıysa yarım şantiyelerin gölgesinde, her gün “Acaba evime kavuşacak mıyım?” sorusuyla yaşıyor. Ev, sadece barınma değil; güven duygusunun da merkezidir. Yarım kalan projeler bu güveni temelden zedeliyor, insanın geleceğe olan inancını yıpratıyor ve toplumsal bir güvensizlik duygusuna yol açıyor.
Peki, bu utanç verici duruma karşı çözüm ne? Denetim ve şeffaflık. Müteahhitlerin mali ve teknik yeterliliği sıkı bir şekilde kontrol edilmeli, vatandaşın yatırımı yasal güvence altına alınmalı. Belediyeler, "başlayıp bırakılan" projelere karşı caydırıcı yaptırımlar uygulamalı ve süreci dijital platformlar üzerinden şeffaf hale getirmeli. En önemlisi, dönüşüm sadece betonla değil, insanla düşünülmeli.
İzmir’in dönüşüm hikayesi, yarım kalan umutlarla değil; tamamlanan, güvenli ve yaşanabilir evlerle yazılmalı. Çünkü bir şehrin gerçek dönüşümü, sakinlerinin huzurla oturduğu evlerde başlar.