Bir milleti yeniden var eden irade ömrünü vatanına adayan

Abone Ol

“Bir milleti yeniden var eden irade, bir ömrü vatanına adayan yürek…
Senin izinde, aklın ve bilimin ışığında yürümeye devam ediyoruz Atam.
Sonsuz özlem, derin saygı ve minnetle…”

Bugün 10 Kasım. Büyük Önder, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü sonsuz saygı, sevgi ile anıyorum.
Herkese iyi bir hafta dilerim.
Bu haftaki köşe yazımda siz değerli okurlarımıza 23 Nisan 1999 tarihine kadar işlenen bir kısım suçlar ile ilgili getirilen şartla salıverilme ile ilgili 4616 sayılı yasa konusunda değerlendirme yapmak istedim.

Bir Affın Gölgesinde Adalet: 4616 Sayılı Kanun ve Vicdanın Sessiz Sorusu

Adalet tarihimizin dönüm noktalarından biri, kamuoyunda “Rahşan Affı” olarak bilinen 4616 sayılı kanunun kabulüydü. Bu yasa, kimi için bir umut, kimi içinse adalet terazisinin dengesini bozan bir kırılmaydı. Devletin, geçmişin yükünü hafifletmek amacıyla attığı bu adım, toplumsal barış umuduyla atılmış olsa da, uygulamada birçok vicdani ve hukuki sorunu beraberinde getirdi.

Bir Savcının Hatırası: Zamanla Yarışan Adalet

Adıyaman’da görev yaptığım yıllarda, o kanunun öngördüğü sınırlı başvuru süresinin son günüydü. On yıl önce işlenmiş bir cinayet fiili . Dosya yok, kayıt yok, sadece bir insanın kendi beyanı var. “Ben o kişiyim, o suçu işledim, başvuru hakkım var.” dedi. Devletin hafızası sustu; insan hafızasına kaldı iş.

Usulün gereği işlemi yaptık. Fakat sonra işler değişti. Şahıs, duruşma günü geldiğinde kendi beyanını inkâr etti. “Ben öyle bir şey demedim.” dedi.
Adaletin salonunda soğuk bir sessizlik oluştu.
O an, kürsüdeki cübbenin ağırlığıyla değil, vicdanın sorumluluğuyla karşı karşıyaydım.

Cübbemi çıkardım, tanık kürsüsüne geçtim. O gün savcı değil, bir vatandaş, bir insan olarak oradaydım. Tutanakta yazılı olan gerçeği söyledim: “Evet, kendisi başvuru yaptı.”
Bu küçük görünen sahne, aslında hukukun özünü yansıtıyordu: Adaletin yalnızca yasa değil, vicdan işi olduğunu.

4616 Sayılı Kanun’un Görünmeyen Bedeli

Bu kanun, teknik anlamda bir “şartla salıverme” düzenlemesi olarak anılsa da, özünde 10 yıl ve altı cezalar için çıkarılmış özel bir af kanunuydu.
Ancak Anayasa Mahkemesi kısa süre sonra bu kanunu eşitlik ilkesine aykırı bularak kısmen sonrada özel af kanunu TBMM de nitelikli çoğunluk sayısı ile kabul edilmediği gerekçesiyle iptal etti. Gerekçesinde açıkça ifade edildi: “Bu düzenleme, adı ne olursa olsun, fiilen bir özel af niteliği taşımaktadır.”

İptal kararıyla birlikte hukuk dünyasında yeni bir tartışma başladı.
İptalin yarattığı boşluk nedeniyle infazlar durduruldu, tahliyeler beklenmedik biçimde askıya alındı.
Bir yandan hukuk devleti ilkesi gereği “eşitlik” savunuluyordu; diğer yandan toplumda umutla bekleyen insanlar yeniden belirsizliğe sürüklenmişti.
Affın amacı toplumsal barış iken, ortaya çıkan tablo adaletin sessiz çelişkisini büyüttü.

Affın Hukuki Değil, Vicdani Sınırı

Ceza affı, devlete tanınmış bir “merhamet yetkisi”dir. Ancak bu yetki, doğru kullanılmadığında adaleti gölgeler.
Bir hukuk devleti, affı değil adaleti kurumsallaştırmalıdır.
Gerçek adalet, cezalandırmadan değil, sorumluluğun bilinmesinden doğar.
Bir yasa, geçmişi silerken geleceğe yük bırakmamalıdır.

Bir affın, yalnızca suçluyu değil; mağduru, toplumu ve vicdanı da kapsaması gerekir.
4616 sayılı yasa, bu açıdan bir laboratuvar oldu: Devletin adalet refleksini, toplumun vicdan sınırlarını ve hukukçuların meslek etiğini sınadı.

Bugüne Düşen Ders ve Yeni Soru: Af Kanunu Çıkar mı?

Son günlerde cezaevlerinden, toplumdan, meslektaşlardan sıkça aynı soru geliyor:
“Yeni bir af kanunu çıkar mı?”

Bir hukukçu olarak bu soruya yanıtım nettir:
Yaşama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin iradesinin tecelli ettiği yerdir.
Millet, iradesini Meclis’e vermiştir; dolayısıyla TBMM, halkın talebi ve iradesi doğrultusunda her türlü düzenlemeyi yapabilir.
Bir af kanunu çıkarılması elbette mümkündür, meşrudur ve milletin takdirine bağlıdır.

Bugün bu tartışmalar yapılırken, hatırlamamız gereken şey şudur:
Affın meşruiyeti, sadece yasal dayanağında değil; toplumsal vicdanda da karşılık bulmalıdır.
Milletimiz neyi isterse, neyi takdir ederse, o gerçekleşir.
Ve bir hukukçu olarak temennim, bir yasal düzenleme yapılacak ise her zaman olduğu gibi, milletin iradesine ve adalet duygusuna uygun bir düzenlemenin yapılmasıdır.

Tarihin Sessiz Notu: Bir Siyasal Sonuç

4616 sayılı yasanın yürürlüğe girmesinden sonra, kamuoyunda geniş bir eleştiri dalgası oluşmuştu.
Bu eleştiriler, dönemin üçlü koalisyon hükümetine de yansımış, toplumda “adalet duygusunun zedelendiği” yönünde güçlü bir kanaat oluşmuştu.
Nitekim, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde, bu koalisyonu oluşturan partilerin tamamının baraj altında kalması, siyasi analistlerce özellikle bu kanunun yarattığı toplumsal tepkinin bir yansıması olarak yorumlandı.
Bu durum, tarihe, “af ile gelen siyasal bedel” örneği olarak geçti.

Son Söz

Aradan yıllar geçti. Fakat o gün cübbemi çıkarıp tanık kürsüsüne geçerken hissettiğim şey, bugün de geçerli:
Hukukun itibarı, yazılı yasadan değil, insanın doğruyu söyleme cesaretinden doğar.
Affın kendisi değil, adaletin unutulmasıdır toplumu çürüten.

Rahşan Affı bir dönemin siyasi ve sosyal ihtiyacının ürünüydü.
Ama her af gibi, adaletin terazisinde kalıcı bir iz bıraktı.
Bugün yeni bir af gündeme gelirse, geçmişin derslerini unutmadan konuşmalıyız. TBMM bir yasal düzenleme yapmak isterse en iyi şekilde geçmişte yaşanılan 4616 sy. Uygulaması gibi diğer kanunları da değerlendirerek toplum vicdanında adalete uygun en iyi düzenlemeyi şüphesiz yapabilecektir.
Çünkü devlet unutmaz , insan unutmaz;
bir dosya kapanır, ama vicdan açık kalır.

Av. Bekir ŞAHİNER
Hukuk, vicdan ve millet iradesi üzerine...