Telefonlarımız çalmıyor artık, zira kimse aramıyor. Ama her saniye titreşiyor, yanıp sönüyor. Mesaj, mail, sosyal medya uyarısı, haber bildirimi… Günümüz, küçük ekranlardan gelen seslerle bölünüyor. İşin kötüsü, biz buna “alışkanlık” değil, neredeyse hayatın normal akışı diyoruz. Oysa aslında olan şey, dikkatimizi adım adım kaybedişimiz.
Bir zamanlar dikkati toplamak için özel çaba gerekmezdi. Bir kitabın içine girer, bir sohbetin içinde kaybolur, bir manzarayı saatlerce izleyebilirdik. Şimdi ise tek sayfa okuyamadan elimiz telefona gidiyor. Çünkü zihnimiz, sürekli kesintiye uğramaya şartlandı. Bir bildirim gelmese bile, elimiz kendi kendine ekranı kontrol ediyor. Dikkatimiz, şirketlerin, uygulamaların, algoritmaların pazarlık masasında çoktan satılmış durumda.
Bu durum sadece zamanı çalmıyor, zihnimizi de parçalıyor. Yarım bırakılmış işler, bölünmüş sohbetler, bitmeyen yorgunluk… Çünkü beynimiz her uyarıyı “öncelik” gibi algılıyor. Aslında acil olmayan şeyler, hayatımızın merkezine yerleşiyor. Ve günün sonunda ne çalışabiliyor, ne dinlenebiliyor, ne de gerçekten yaşayabiliyoruz.
Peki, çözüm ne? Bildirimleri tamamen kapatmak mı? Belki bu radikal adım birilerine iyi gelir ama asıl mesele teknolojiyle kavga etmek değil, ona sınır koyabilmek. Telefonu masadan kaldırıp bir köşeye bırakmak, günün belirli saatlerini “ekransız” ilan etmek, sosyal medyayı sadece ihtiyaç halinde açmak… Küçük önlemler büyük fark yaratabilir.
Unutmayalım, dikkati kaybetmek sadece bireysel bir sorun değil. Dikkatini toparlayamayan bir toplum, geleceğini de toparlayamaz. Biz farkında olmadan, en değerli kaynağımız olan zihnimizi tüketiyoruz.
Belki de bugünün en büyük özgürlüğü, sürekli çalmayan bir telefona sahip olmak. Sessizlik, hiç bu kadar kıymetli olmamıştı.